"Bir Şair yüreğimde sevgi dokuyor..."
(1918 28 Mayıs, Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kuruluş yıl dönümünde, Azerbaycan bütünlüğü, azatlığı, bağımsızlığı uğrunda, umutları ve idolojileriyle birlikte ölüme, sürgüne sürüklenen şairlerin anısına.) Zamanın şairlerinin suskunluğuna, biganeliğine, vurdumduymazlığına karşılık; "Hayat, aydınlanmış bir ruh için başlı başına hayal kırıklığıdır" demişti, kıymetli bir tanıdık. Bir gerçekliğin önünde ruh ne kadar eziyet çeker, gurur ne kadar incinirse o kadar eziyet çektim, incindim. Devrin hayal kırıklıklarından sıyrılarak, bir süre geriye gidip varoluş mücadelemizde mührü olan fikir dahilerinin ilham aldığı ilk resmi Türk hükmünde sözün ve kalemin hizmetini hatırlatmak isterim... 28 Mayıs, Azerbaycan tarihinin teşbihsiz, mübalağasız en parlak günüdür. Türkistan coğrafyasında ilk defa resmi cumhuriyet kurulmuş, milli ilkeler bağımsızlık kazanmıştı. Kısacık ömründe hürriyete dair bütün meziyetleri uyandırmış, milli uygarlık için gereken mahfuzlar gün yüzü görmüştü. Ne çok isterdim, o parlak günle bu günümüzü bağdaştırıp, o zamanın şairlerinin dilinden lalezarlı, terennümlü cümleler kurmayı. Bir asırlık tarih diliminde (1918-20, 1992-93 yılları arası) üç sene gerçek anlamda hürriyet tatmış bir memleketin ateşli nutuklara, tezahüratlara, celladını alkışlamalara karnı toktur. Ki eğer hala Ahmet Cavat çeken cefayı iliklerimizde hissediyorsak, Almas İldırım gibi ruhumuz şehra şehra soyuluyorsa, sözümüzdeki hakikat Hüseyin Cavid sözü gibi yüz yıl sonraya erteleniyorsa kısacık azatlığı hararetli cümlelerle vasf'ederek kimi kandırıyoruz?.. Asırlar önce, "mende sığar iki cahan, men bu cahana sığmazam!" dediği için Nesimi'yi soydular. O kadar cahil ve âcizdiler ki, küçücük insan bünyesine koca cihan sığdığını, koskoca cihanın düşüncede, hissiyatta, zekada sınır tanımayan insanı içine sığdıramayacağını anlamadılar. Cehaletten gözleri o kadar kördü ki, zavallılığa Ulu Kudret korkusu dediler. O kadar zalimdiler ki, kılıçla inanç dayatılacağını sandılar; heyhat kılıçlarını sözün özüne sançtılar. Orada zamanın güneşine eş şairi susturmak tek bizim coğrafyaya değil, insanlığa yapılan kötülüklerden biriydi... Beyin, bedenin diktatörüdür, yönetim onun elindedir. Fakat fikir, düşünce radikal kanunlara karşı ihtilâl çağrışçısı, devrim haykırışçıdır; ölçüye gelmez, kalıba sığmaz ve madem insanı düşünce yönetiyor, surlarını istediğimiz uzaklığa dike biliriz, gözlemlediklerimizi algı gücüyle ifade edebiliriz... Şanımızla çok övündük, tarihe mühür vuran nicelerimiz var, ama gerçekliğin hafızamıza çaldığı vatan bölünmüşlüğü diye bir çivi var. Zalimliğin dilimize ağıt, şiirimize hasret kattığı zaman var. Şah Hatayi saltanatından sonra kaderimize yazılan ayrılık zilleti var. Şiirimizde inleyen yurt bölünmüşlüğü, gurbet sızısı bizim en acı gerçeğimizdir. Sınırına kan, edebiyatına hüzün karışan coğrafyanın hiç bitmeyen çilesi var. Kılıcı kırılınca kaleme sarılan, sonra kalemiyle birlikte gururu da kırılan, sefasını asırlar öteye teslim edip baştan başa cefayla yoğrulan Azerbaycan adlı bu yerde göçmen kuşların bile yuvası işgale uğrar... Susan şair - susturulan şair kavmin yükselişinin uğradığı en etkili tecavüzdür, soyun soylu hakkının uğratıldığı taciz en acımasız çözümdür. Kimseyi kandıramayız, özümüz de dahil; bu gün biraz mecburiyetten, biraz iradesizlikten kararlaştığımız seviyenin gerçek yüzünü, dahi Nizami'nin "Hosrov ve Şirin"iyle, Şah Hatayi'nin "Dehname"siyle, Babek'in kahramanlık salnanesiyle perdeleyemeyiz. Geçmişle bu günümüzü kıyasladığımızda alınan ders göremiyorsak, Resulzade örnek olamıyorsa çağdaşlığımıza, uygarlığımıza, Ali Bey Hüseyinzade'nin "ne koydular yazayım, ne kırdılar kalemi" cümlesi hala güncelse, her karışından şüheda fışkırın memleket hala savaşın ortasındaysa geçmişin şanını ancak tuz misalı basabiliriz yaralarımıza ve bütün bu hakiki tanımlar dört yanımızı sararken şairlerimiz zafer terennümlü şiirler yazıyorsa oturup hüngür hüngür ağlanası... Sözü susan ulusun özü susar. Şiiri işğal olunan soyun hafızası talan olur, yurdu talan edilmese de olur. Şairin kalemi kırılırsa milletin beli kırılır. "Zeki talançılar", bir milleti dize getirmek için ilk onun, düşünceyi ifadeye dönüştüren neferlerini "etkisiz hale getirmek"le başlarlar. Bir yurdun tufağını dağıtmaya düşman, onun karankuşlarının, bülbüllerinin yuvasını dağıtmakla başlar, ufuklarında bahtiyarlık avazını tınılatan nağmesini sazından sökmekle, ulu öğütleri yankılatan kopuzunun tellerini kırmakla başlar. Kalemleri kırılan milletin bayrağı indirilmese de olur, fikir özgürlüğüne pranga vurulmuş toplumun direnci en kestirme yoldan kırılmış olur. Şair gururuna dokunulan bir yerde insanlık adına her meziyet çiğnenmiştir. Yazar haysiyetinin hakarete uğradığı bir coğrafyaya işgal bayrağı dikilmese de olur. Öğretmen onuruna halel gelmiş diyarın gençliği, geleceği sarsılmıştır. Gazetesinde, dergisinde söz azatlığı, görüş bağımsızlığı sergilenmeyen bir memleketin adı dünya bağımsız devletleri sırasında yazılsa ne olur? Gelir ülkeyi talan ederler, yeniden inşa edilir. Şehirler bombalanır, yenisini yaparlar. Ekinler sökülür yine ekerler, ormanlar yakılır, yine dikerler. Köyler yağmalanır, yine biriktirirler. İnsanlar ölür, yine çocuklar doğulur; soy soylanır. Fakat, haysiyeti, gururu, onuru çiğnenen toplumun belini doğrultması çok uzun zaman alır. Onun manevi sütunuysa şairlerdir, yazarlardır. Mesutluk muştucusu Ahmet Cavat: Milletimin tarixine, men şan şöhret ekmeliyem! Qarşıdakı yad qalaya, bir al bayraq dikmeliyem! Düşmenlere gösterim ki, menim kimi esgeri yox, Menim qılınc vurmadığım, dünyanın heç bir yeri yox! Ismarladım nişanlıma, men Turana gediyorum, Qardaşımı qurtarmağa Türkistana gediyorum. Bayrağıma xain baxan, xain göze men tikanım, Vurulursam kölgesinde, halal olsun ona qanım! Şehid olsam dost elinde mene mezar qazılsın da, Qazandığım yerin adı, Xaqanıma yazılsın da! Dediği için, bir mezarı, bir kıblesi olmadı. Düşmana sözden kurduğu dar ağacından özü asıldı. Yurtlarımızı işgale gelen amansız emperyalizm ilk onun düşüncesine soykırım başlattı. Bin bir zahmetle kurulan cumhuriyeti boğazlamaya istiklâl haykırışçılarını susturmakla başladılar. Bir ucu Kırım'da: Sarı tülpan, bağçamıznı şeñlendirdiñ, Pek az zaman qırıq könlüm eğlendirdiñ. Yarın sen de qırılacak, öleceksiñ, Ölecekseñ, bu cianğa niçün keldiñ? Diyen Numan Çelebicihan'ımızı Karadeniz'de, bir ucu Bakü'de: Men bir aşiqem ki, bu çaldığım saz, Dumanlı dağlara ses salacaqdır! Şeirimin setrinde inleyen avaz Elin xatirinde çox qalacaqdır! Diyen Ahmet Cavat'ımızı Hazar denizi'nde boğdular. Nicelerimizi kurşunladılar. Hüseyin Cavid gibi dahimizi Sibirya'nın boz ormanında ölüme mahkum ettiler. Dallarında kuşların yuva kurduğu ağacın kesilip yuvalarla birlikte yere serilirken dağılan kuşlar gibi yerle bir olan cumhuriyet kavramının vatan nağmeli bütün kuşları peren peren oldu, ölen öldü, kalanlar bir daha dönemeyecek şekilde uzak ellerle sürüldüler, kırk bahar gelse de Türkistan'ın göçmen kuşları gelmediler. Yavrular yuvasında anasız kaldı, yurt başsız, sahipsiz, babasız kaldı. Akbabalar, baykuşlar bülbül gibi şakıdılar... Uygarlığı, yüceliği müjdeleyen sesimizi öyle gaddarca susturdular ki, kanını yurt uğrunda yurt taşına akıtanları, mum tek eriyenleri uzunca zaman hain bildik. Kuytularımızdaki deniz fenerlerimizi söndürdüler, kan karışmış azgın denizde yolumuzu kaybettik. Milyon milyon insanın yerine düşünenlerimizi, yarının endişesini çekenlerimizi oluşmamış ekin tarlasını biçer gibi biçtiler. Mehmet Emin Yurdakul diyordu: Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et, Unutma ki, şairleri haykırmayan bir millet, Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir. Yetmiş yıllık matemin çöktüğü puslu bir yerde sadece öksüz değil, güneşsiz, yıldızsız, ufuksuz, pusulasız kaldık. Tek gökyüzümüz değil, dilimizdeki sözümüz, bizi öze bağlayan hafızamız bile çalındı. Dost ellere giden selam, soy için düşlenen meram, şiir, şarkı, nağme, lisan hepsi döndü fiğana, söz zindan oldu yazana. Hani derlerya, bülbüller bir birlerinin sesine ses verir. Ününe karşı bahçeden cevap gelemeyeceğini bilse de, Ahmet Hamdi Tanpınar: Selâm olsun bizden güzel dünyaya, Bahçelerde halâ güller açar mı? Selâm olsun sonsuz güneşe, aya, Işıklar, gölgeler suda oynar mı? Diyerek, kuşların kanadına bir selam bağlayıp dost ellere gönderdi. Sevincin yücesini, kederin dibini, umudun coşgununu, hüznün derinini, gururun enginini, çilenin çetinini, ifadenin sonsuzluğunu boylayan şair, koltukta kararlaşan siyasiden, sınırda namus koruyan askerden daha fazla üstlenir vicdan borcunu, benlik mesuliyetini. "Her gelecek Mayıs için, Nisan ağlar, men ağlaram" diyen şair kadar farkında olamaz sınırdaki asker yenilginin. Cumhuriyetimizin önderi Resulzade'nin ölümünün ardından, yine onun gibi yazgısı hain ellerle yazılmış Kerim Yaycılı hem yarım kalmış mefkurenin, hem de yurt hasretinden doğan yürek yangısını: Ardından yaş döker oğul kızımız, Sanma ki, sen fanî Mehmet Emin'din. Karanlık gecede tek yıldızımız, İstiklâl isteyen bir milletindin! Yazmış, bitimsiz özentisini dile getirmişti. Belki öldürülmemiş, bir şekilde Ata diyarda sakin ömür sürmüş olsa da Almas İldırım'ın çektiği eziyet ruhumuzu en çok incitendir. Gah keşkelere sığınmış, gah umutlara, gah derdini dağa demiş, gah akan çaya: Ne olardı, kör doğsaydım, görmeseydim ezelden, Görmeseydim o doğduğum dereleri, dağları... ... Bu kara gün geçicidir, bir gün biter inleme, Baxçamızda sarı bülbül yine öter inleme... Yazarı Emin Abid Gültekin olan, zihnimizde Resulzade'nin sesiyle yankılanan, gurbet kuşlarının hazin tınısı Azerbaycan hasretinin özetidir: Sen bizimsen, bizimsen, durduqda bedende can, Yaşa, yaşa, çox yaşa, ey Şanlı Azerbaycan! Bu cümlelerden güç alarak, umudumuzu şair fikrinin dalgasına ilikleyerek bir gün mutlaka milli cumhuriyetimize kavuşacağız diyoruz. Hürriyete, istiklâle dair ne varsa elinden tutup ulusun milli uygarlık saltanatı sürdüğü o kutlu çağ elbet gelecek. Gaspıralı ışığıyla, Atatürk çığırıyla, Resulzade amalıyla, Gökalp fikriyle, Yusuf Akçura idolojisiyle tertemiz temennilere yelken açıyorum. Ak günlerim sellenip aksın, telli sazın dillerinden. Denizimizin fırtınası, nehrimizin azgınlığı, ufuklarımızın dumanı, gökyüzümüzün bulutları yana dursun; deniz ölmezliğimiz gibi, nehir şanımız gibi, ufuk mazimiz gibi, gökyüzü ruhumuz gibi çağlasın, dursun. Hakkın, adaletin ünü en yükseğimizden duyulsun. Bir dilek tutsun inananlar; her kesin dileği bütünlük müjdesiyle gerçek olsun. Ve her şeyin ötesinde, berisinde bakî olan, Ulu Kudret'in ilmek ilmek işlediği, fanî iradesinin dışında kalan, her gün kendini yenileyen tek gerçeklik Doğa'dır. Onun kurallarında en anlamlı olanıysa fikrimce kuşların göçmesidir. O kadar derin ifade ve anlam içeriyor ki. Sonbaharda sıcak ülkelere göçen kuşların gelişleriyle baharı müjdelemesi insan gönlünü okşayan, umut veren en ince ayrıntıdır, en zarif yaşam faktörüdür. Karlı boranlı kışın ardından gökyüzünü kucaklarcasına kollarımızı açıp ilhamımızı nakışlayan kuşları selamlayalım; "hoş geldiniz, kanatlı umutlar!" Yaşamı erkliğine sığdıran her ayrıntıda ayrı hikmet var; Doğa, ne Güneş'ini bulutta bırakmaz, ne kurdunu dağda mahsur. Ne koynunda negativ nesneye yer verir, ne havasında bozuk nefese. Ne karıncayı kışta aç bırakır, ne göçmen kuşları mahzun yaban ellerde... Aslında insanoğlunun tek umudu budur; yaratıldıysam varlığımda bir lütuf vardır, Yaratıcım beni darda, zorda, hakkımdan, hukukumdan mahrum bırakmaz, beni sebepsiz yaratmaz. İnsan, bunları bir bir kendiyle hasbihâl etsin, her kes varlığını öz mevcudiyetinin varlığına armağan etsin...